Kategoriler

Çocuk, Oyun, Gösteri, Tarih

Çocuk, Oyun, Gösteri, Tarih

Tarihimizde Çocuk konusu, başlı başına, uzun ve ayrıntılı bir inceleme gerektirir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde çocuklar belli bir yaşa kadar eve bağlı kapalı bir hayat yaşarlardı.Varlıklı kişiler çocuklarının okuması için özel öğretmenler tutarlardı. Yoksul olanlar ise "taş mektep" denilen mahalle okullarında okuma yazma öğrenirlerdi.

O dönemde, Türkiye'de oyuncak imalatı yoktu. Yalnızca tahtadan yapılma birtakım çemberler, fırdöndüler, kayıklar ve kartondan yapılma renkli gölge oyunu tasvirleri ve taş bebekler çocukların en sevdiği oyuncaklar arasında yer alırdı. Bunları daha çok Eyüp'te bulunan bazı marangozlar yaparlardı.

Örneğin, 1603-1617 yılları arasında 14 yıl tahtta kalan 1. Ahmet [1590-1617] döneminde, çocukları en çok sevindiren armağanlardan biri olan mavi--kırmızı renklerdeki gemiler, ustadan çırağa aynı bi-çimde bir gelenek halinde sürmüş, ancak 19.yüzyılda buharlı gemi biçimini almıştır. Eyüp'te tahta oyuncuklar yapan marangozlar babadan gördüklerine hiçbir şey eklemeden yüzyıllar boyu sürdürmüşlerdir.

Buna karşın, çocukların buldukları kutular, sopalar, karton ve tahtalar ile kendi fantazilerinin oyun-caklarını yapmaları onları daha yaratıcı bir duruma getiriyordu.Ayrıca, çocukların açık havada oynadıkları çok sayıda oyun vardı. O zamanlar çocuk parkları olmadığından, çocuklar "cami avlularında, yangın yerlerinde, mezarlık tarlalarında, mahalle aralarında" oynarlardı.

Bunlar arasında Ebe çıldır, Amma da, Beni kapamazsın, Çaylak beni kapamazsın, Ebeme pilav pişirdim, Altun beşiğe kim biner, Saklanbaç gibi oyunlar en bilinenleridir.Şenliklerde, padişahın, davetlilerin ve halkın geldiği esas şenlik alanı dışında, ailelerin ve çocukların gittiği bayram yerlerinde de kutlamalar yapılırdı.

İstanbul'un çeşitli semtlerinde birçok bayram yeri vardı. İstanbul'da Fatih, Yeni bahçe, Edirnekapı, Sultan selim, Aksaray,Yedikule, Kadırga ve Cinci meydanları; Beyoğlu tarafında Tophane, Sakabaşı, Çukurcuma, Sorma gir, Karabaş mahalleleri; Kasımpaşa'da Kulaksız, Baruthane çayırları, Tabakhane Meydanı; ayrıca Çürüklük, Beşiktaş Ihlamur ve Maçka düzlükleri ile Üsküdar'da Doğancılar, Bülbül Deresi, Nuhkuyusu, Duvardibi, Haydarpaşa ve Kuşdili çayırları salıncakların, hava dolaplarının kurulduğu bayram yerleriydi.

Bunların birçoğunda meddahIar, gölge oyunu ustaları ve orta oyuncular da bulunurdu. Bayram yerlerinin en ünlüleri Fatih, Vefa, Cinci Meydanı, Kadırga, Doğancılar, Haydarpaşa, Beşiktaş Ihlamur Köşkü civarı, Beyoğlu'nda Firuzağa, Karabaş meydanları, Kasımpaşa'da Tabakhane Meydanı idi.

Meydanların çevresi çadırlarla dolardı. En büyük çadırda, hokkabaz, ip cambazı hünerlerini ortaya döker, sergi yerinde de az bulunan deniz hayvanları çocuklara gösterilirdi. Bu bir çeşit sirk çadırı gibiydi.Meddah, hikayelerini meydandaki küçük bir tümsek üstüne çıkarak, iskemle ya da kilim üzerine oturup çevresine adam toplayarak canlandırırdı. Gölge Oyunu daha çok kapalı yerlerde ve hava karardıktan sonra başlardı. Büyük meydanlarda Orta Oyunu takımları bulunurdu. Çocuklar da büyüklerle birlikte bütün bu etkinlikleri seyrederlerdi.

Şenlik meydanlarında çocukları çekecek çeşitli oyun alanları vardı. Çevresi parmaklıklı, daha çok küçük çocukların sıralanarak oturdukları Asma Salıncaklar çok revaçtaydı. Bugün de kullanılan Kolan Salıncakları'na daha büyük çocuklar binerdi. Bunlar uzun seren direklerinin tepesine bağlanan kalın halat ipleriyle kurulur, alt tarafa ayak basacak bir tahta bağlanırdı. Bu salıncaklara iki delikanlı karşılıklı biner ve kalan vururlardı. Çocukların, bazen büyüklerle bindiği Hava Dolabı, ahşap, elli metre kadar yüksekliğe çıkabilen, içinde oturacak yerleri olan dev bir tekerlekti. Hava Dolabı'nı ya katırlar ya da eşekler -tıpkı bostanlardaki kuyudan su çeker gibi -döne döne çalıştırırlardı.

Bunların dört beş çocuk alan küçüklerini dolap sahibi çevirirdi. Buna sonraları Dönme Dolap denilmiştir. Çocukların severek bindikleri bir başka oyun aracı olan Atlı Karaca [Atlıkarınca] üstü açık, küçük arabalara koşulmuş at, karaca, arslan kafalı, sakallı, bıyıklı, insan başlı, at gövdeli, heykelden olan Atlı Karaca, bir daire üzerine yerden bir arşın yüksekte arka arkaya demir çubuklarla bağlanmış olduğu halde dişli bir çark ile döndürülürdü.

Şenliklerde çocukların çok sevdiği şeylerden biri de Çek Çek Arabası idi. Ancak dört çocuk alabilen bu arabaların göz alıcı süsleri ve püsküllü bir tentesi vardı. Bu arabaları sahipleri çeker ve çocukları şenlik alanı çevresinde dolaştırırdı. Midillilere, merkeplere, atlara binen irili ufaklı çocuklar meydanı dört dönerlerdi. Özellikle çocukların eğlendiği kısımda oyuncakçılar, simitçiler, börekçiler, şerbetçiler, macuncular dolaşırdı.

Yetmiş küsur padişah şenliği içinde, en büyükleri 1582'de III. Murat'ın İstanbul'da elli gün elli gece süren eğlenceleri, 1675'te IV. Mehmet'in Edirne'deki, 1720'de III. Ahmet'in ve 1836'da II. Mahmut'un İstanbul'daki şenlikleridir. Şenlik alanlarına kurulan otağlar ve çadırlar genellikle yarım ay biçiminde dizilmek üzere kurulurlardı.

1675 Şenliğinde bulunan Fransız Petis de la Croix, başka birçok yabancı gibi, çadırların düzenini yarım ay olarak belirtmektedir. Çok dikkatli bir kişi olduğu anlaşılan İngiliz elçilik katibi Dr. John Covel da, anılarında bu yarım ay düzeninin bir planını çizmiştir. Bu düzen içinde halk çocuklarının sünnet çadırı en uçta yer almaktadır. Fransız Elçisi Nointel, dostu Pomponne'a yazdığı 6 Haziran 1675 tarihli mektubunda şöyle demektedir:

“Bunlar tüm imparatorluğu heyecana vere¬cek dev gösterilere vesile oldu. Eyaletlerden çağrılan 6000 küçük oğlanla majestenin 2000 iç oğlanı şehzadelerle birlikte sünnet oluyor. Devlet görevlileri varlıklarıyla bu şenliğe katkıda bulunacaklar. Türkiye'nin bir başından öbür başına kadar, her yerden dansçılar, soytarılar, hüner gösterenler ve teknik elemanlar çağrılmış. Pantagruel'i doyuracak kadar yemek verildiği için Edirne yakınındaki Rumlar da getirildi. Saray çevresi ve halk, şenlikler boyunca gösterileri çadırlar altında seyrettiler. Buna bir kamp, hatta çadırlardan kurulu bir kent denilebilir”.

Görüldüğü gibi, bu şenliklerde şehzadelerle birlikte binlerce halk çocuğu da sünnet edilmekteydi. Çocuklar her gün iki yüzer ya da üç yüzer kişi olarak mehter takımı ve nahıllarıyla sur-u hümayun emini tarafından önce Bab-ı hümayun önüne getiriliyor, burada dua edildikten sonra, Sadr-ı a'zamın önünde dua ediliyor ve sonra da sünnet ediliyorlardı.

1582 Şenliği'nde, III. Murat'ın şehzadesi sünnet edilirken 1500 çocuk da birlikte sünnet edılmiştir. Çünkü gelenek ve görenekler varlıklı kimselerin kendi çocuklarıyla birlikte yoksul çocukları da sünnet ettirmelerini gerektiriyordu. Büyük sünnet düğünlerinde çok sayıda sünnetçi bulunurdu. Örneğin, 1675 Şenliği'nde sünnet çocukları için Istanbul'dan, Bursa'dan ve Edirne'den "300 nefer cerrahan-i tiz-dest cem olunub" getirilmişti.

Çocuklar genellikle beş yaşından 12 yaşına kadar sünnet ediliyorlardı. Geniş alanlarda yapılan sünnet düğünlerine 16. yüzyıla kadar oyun kolları çeşitli oyunlar ve danslar gösterirlerdi, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren "Yeni Dünya Oyunu,,denilen Orta Oyunu'nun ilk biçimi içinde konulu güldürüler yer alırdı.

Gerçi böyle konulu güldürülere 1582 Şenliği'nde de rastlarız. 1675 Şenliği'nde, yine böyle adı belli konulu güldürüler oynanmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında Orta Oyunu tam olarak biçimlenmiştir. Sünnet düğünlerinde Gölge Oyunu, Hokkabaz ve Curcunabazlar 16. yüzyıldan itibaren çocukların en çok istedikleri gösteriler olmuştur.

Çocukları, eski şenliklerde yalnızca gösterileri seyredenler ya da sünnet çocukları olarak görmüyoruz. Hüner gösteren ustalarına yardımcı olan, adeta onların çırakları durumunda olan şenliğe aktif olarak katılan çocuklar da vardı.Çocukların da bulunduğu gösterilerden biri ip cambazlığı idi. Evliya Çelebi'nin Ankara yakınındaki İstanoz Deresi denilen yerde gördüğü cambazların kimi sırtına bir buzağı, kimi eşek, kimi de çocuk alarak ipte numaralar gösteriyormuş.

1675 yılındaki Edirne Şenliği'nde, bir zenci çocuğuyla sırt sırta bağlanmış bir cambazın kaval çalarak "sanki yolda yürüyormuş gibi" ipi kat ettiğini öğreniriz. 1582 Şenliğinde ise, bir cambaz sırtında çocuk, tabanIarına keskin tarafı gelmek üzere kamalar bağlayıp yürümüştür.

1675'te Evlenme şenliğinin 9.Salı günü, iri kıyım bir cambaz sırtında bir çocuk, davul çalarak saçlarından makaraya tutturulmuş olarak aşağıya kayarken ip kopmuş ve her ikisi de bir Ermeni'nin üzerine düşmüşlerdir. Her üçünün de canı yanmış ve yaralanmışlardır. Ama neyse ki sonunda kimseye bir şey olmamıştır. Padişah onlara ihsanda bulunmuş, Ermeni'ye ömür boyu 20, cambaza 40 Akçe aylık bağlanmıştır; çocuk da saraya alınmıştır.

Bu cambaz numarasını seyreden başka bir yabancının başına da garip bir olay gelmiştir. O dönemde İngiliz Elçisi Sir John Finch'in muhasibi Dudley North'un bu gösterilere karşı özel ilgisi olduğundan, cambazın çocukla kaç saniyede aşağıya ineceklerini anlamak için saat tutuyormuş. Ama ip kopunca bu kargaşalık sırasında birinin onu göstererek, "İşte bu adam!" demesi üzerine "Türklerin bazı inançlarını iyi bilen" North tabanları yağlayıp kaçmış, gözden kaybolmuş.

İp cambazları yanı sıra, direkte cambazlık yapanlar da vardı. Bu cambazlıkta ip değil, yüksek direkler, dikili taşlar, gemi serenleri kullanılırdı. 1675 Şenliği'nde aşağı yukarı 23 metre yükseklikteki bir direğin tepesine içi çil çil para dolu gümüş bir maşrapa asılmış ve bu direğin tepesine erişene bu içindeki paralarla birlikte gümüş maşrapanın verileceği bildirilmiştir. Yüzün üstünde kişi bunu denemiş, nihayet akşama doğru 14 yaşında bir çocuk "sütun-u mezburun zirvesine erüşüp nail-i mişrebe ve vasıl-ı ihsan” olmuştur.

Bu direk tırmanmaya başka şenliklerde de rastlarız. 1582 Şenliği'nde, At Meydanı'ndaki [bugünkü Sultanahmet Meydanı] dikilitaşa hiçbir alet kullanmadan tırmanan cambazlara rastladığımız gibi, daha zor numaralar için tırmanmaya yarayacak araçlarla bu işi yapanları da görürüz.Kanuni'nin 1530 Şenliği'nde, At Meydanı'nda sütunlara tırmanan cambaz ve çocukları yağla, sabunla kayganlaştırılmış direklere hiçbir yardımcı araç kullanmadan tırmanan ustaların olduğunu öğreniriz.

Güç ve dayanıklılık gösteren Zorbaz dediğimiz kişiler de bazı numaralarında çocuk kullanıyorlardı. Edirne Şenliği'nde bir zorbaz, darağacı gibi bir direğe makara takmış, bu makaraya ince bir halat geçirmiş ve halatın ucuna da büyücek bir halka takmıştır. Bu halkaya kendini saçlarından bağlamış ve halatın öteki ucundan asılarak kendini saçlarında yukarı çekmiştir. Bazen bu gösteriyi sırtına bir çocuk alarak, sonra da sırtına bir merkep ve bir yavru deve bağlayarak tekrarlamıştır.

Batıda contorsionniste denilen akrobatların özdeşleri olan Kuzebaz'lar, lastik gibi esnek, parendeler ve taklalar atan, ayaklarını kafalarına değdirebilen beceri sahibi kişilerdi. Başlarının üstündeki sırıklarda, üst üste konulmuş testileri, insanları, sırığın üstünde duran hayvanları dengeleyen bu kimselere Batıda denge uzmanı anlamına gelen equilibrist deniliyordu.

Şenliklerde güç, akrobasi ve dengeyi birleştirerek hü-ner gösterenlere bu Kuzebazların, çeşitli gösterilerinde çocukları da yer alıyordu. 1672'de, İzmir'de, bir Arap, sırığın tepesine bir çocuğu sırtüstü yatırmış, ona gözlerini kapatmasını söyledikten sonra çocuğu düşürmeden dans etmiş, sonra da sırığa güçlüce vurup havaya fırlayan çocuğu kucağında yakalamıştır.

Çocuklar en çok göz bağcılık, hokkabazlık gibi gösterilerde çırak, yardımcı ve yardak olarak kullanılıyordu. Bunlar bazen hokkabazla diyalog kurarak seyredenin dikkatini başka bir yana çekiyor, bazen de o gösterinin malzemelerinden biri oluyordu. Buna bir örnek, 16. yüzyılın sonunda, İstanbul'daki bir Rum düğününde bulunan bir Alman gezgin, hüner gösteren tasbazı şöyle anlatır:

"Ortaya, uzun ve etekleri çok geniş entarili bir Türk geldi, bu uzun entarisini çıkarıp yalnızca önünü örten bir bez parçasıyla kaldı. Sonra bu entariyi giyip dans etti ve entarisinin eteklerinden bir sepet dolusu bakır sahan ve tencere yere döküldü. Bunlar okadar çoktu ki, bir büyük sepetle dışarı taşıdılar. Bundan sonra adam entarisini çıkartıp yere yaydı; sonra giydi, dans ederken bu kez de buharları tüten sıcak su dolu bir kazan, bu kazanın kenarında canlı bir güvercin ortaya çıktı. Güvercin havalanıp avlunun içinde uçtu. Aynı adam entarisini üçüncü kez çıkarıp yaydı ve tekrar giydi; dans ederken entarisinin altından küçük bir zenci çocuğu çıktı, bir zenci dansı yaptı. Herkes bu adamın numaralarına katıla katıla güldü”.

Seyredenlerin dikkatlerini dans ederek başka yöne çeken tasbazlar derviş kılıklıydılar, uzun, bol bir entari ya da cüppe giyerlerdi. Bir başka yabancıya göre, hokkabazlar ile tasbazların giysileri "önden kapalı ve geniş manşetliydi", onun için de "bu giysi sayesinde kimse görmeden herhangi bir şeyi bir elinden öbürüne geçirebiliyordu'.

Bu gösterilerin en dehşet vereni çocukların yılanlarla oynamasıydı. II. Mahmut'un 1836 Şenliği'nde, çıplak bir çocuk içinde otuz büyük yılanın bulunduğu bir kaba girmiş ve bir süre orada oturduktan sonra hiçbir zarar görmeden dışarı çıkmıştır. Ayı oynatan ve maymunlarla numaralar yapan çocuklar da vardı. Özellikle, 1582 Şenliği'nde gerek esnaf geçidinde gerekse tek başına yapılan gösterilerde bu çocuklar seyircinin ilgiyle izlediği numaralar yapıyorlardı. Çıplak bir çocuğun bir yavru ayıyla güreşmesi de olağan gösterilerdendi. Hatta 1675 şenliğinde böyle bir gösteri birkaç kez tekrarlanmış ve padişahın ihsanına mazhar olmuştur.

Çocukların şenliklerdeki en popüler etkinliği danslarda gösterdikleri hünerdi. Bunlar dans ederken akrobatik hareketler de yapıyorlardı. Bir şenlikte bir oğlan çocuğunun esnekliği ve çevikliği herkesin hoşuna gitmiştir. Bir yabancı şöyle yazıyor: "Bir oğlan çocuk bir Türk dansı yaparken akrobatik taklalar attı". Bu tür dans bize esnafın oynadığı Helisa Oyunu'nu anımsatır. Bu dansa katılanlar birbirlerini küçük parmaklarından tutarlar ve bir halka olurlardı; aynı zamanda hep bir ağızdan şarkı söylerlerdi. "Helisa" dendi mi de birbirlerinin kuşaklarından tutarak cambaz gibi, havada parende atarlardı.

Dansçılar genellikle bıyığı çıkmamış genç oğlanlardı; bunlara köçek denilirdi. Saçları "uzun, çok güzel bukleli" idi; "başka zaman kalpaklarının altında sakladıkları saçlarını dans ederken koyuveriyorlardı. Hatta kimi uzun saçlarını omuzlarına kadar örmüştü.Dansçı oğlanlar o kadar çok kıza benziyorlardı ki, şenliği izleyen Marquis de Nointel, dostu Pomponne'a yazdığı 6 Haziran 1675 tarihli mektubunda,"İstanbul'dan getirtilen dansçı kızlar bu işte birinci görevi yüklenmişlerdi. Gençlikleri, güzellikleri ve bir de bunların bakire oldukları iddiası bu önemi getiriyordu", diyerek bu dansçıların kız olduklarını sanmıştı.

Köçeklerin en iyileri altın, gümüş sırmalı ya da ipekliden kumaşlarla çok gösterişli bir şekilde giyiniyorlardı; giysileri gövdelerine tıpatıp uyuyor, dizlerine kadar iniyor, kolları kapalı, bellerinde keselerinin ve beğenilerinin yettiği kadar göz alıcı bir kuşak bulunuyordu. Bunun altında ayak bileklerine kadar inen, geniş bir etek giyiyorlardı; bu etek çok gösterişli, genellikle açık renk ve cicili biciliydi. Başlarında bazen ipekten bir takke ya da kalpak vardı.

Osmanlı Şenlikleri'nde çocuğun eğlencesi oldukça sınırlıydı. Çocuğun gösterilerdeki yeri ise, eğlencesinden daha fazlaydı. Daha küçük yaşta beceri edinen ve hüner öğrenen çocuklar sonradan ustalarının yerini alıyor, babadan oğula ya da ustadan çırağa geçen mesleklerini ileriye götürüyorlardı. Özellikle, mesleğe giren çocukların eğitimleri yoktu ve genellikle de okuma yazma bilmiyorlardı. Bu çocuklar yetişkinlerin birer aracı durumunda ya da para getiren kaynakları olmaktan kurtulamıyorlardı.

Kısacası, çocukların büyük bir bölümü, onları geliştirecek, onları yaratıcı duruma getirecek oyunlar oynayacak yerde, büyükleri eğlendiren birer araç olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Çocukların çok küçük bir bölümü eğitim alabiliyor, ama eğitim alanlar da, oyun oynamanın genellikle hafiflik sayıldığı bir toplumda, oyun için özendirilmiyor ve çocukluklarını yaşamadan büyüyorlardı.

4.5 5 2
YORUM YAP ve PUANLA