İkinci Çocukluk Evresi
4. yaştan okul çağına kadar, çocuğun yaşama hazırlanmada önemli çıraklıkları yaşadığı, en önemli deneyimlerini kazandığı, benliğin geliştiği, aile ve akraba kavramlarının temellendiği, yakın çevre ile ilişkilerin düzenlendiği, sosyalleşmenin
adım adım kazanıldığı devredir.
İkinci çocukluk çağı adı verilen bu devre, bazı temel özelliklerin ayırt edildiği bir dönemdir.
Bütün bunlarla birlikte çocuk, deneylerinden elde ettiği bilgilerle, ulaştığı sonuçlar açısından biz yetişkinlerle uyumlu mudur?
Her çocuk, yetişkin bir kadının veya erkeğin küçük bir modeli midir?
Çocukların düşüncesinin bizlerinkine pek benzemediğini, duyuş, düşünüş ve algılamalarının ayrı olduğunu, kendimizin veya yakınlarımızın çocuklarında izlemişizdir.
Aşağıdaki birkaç örnek bunu bir kez daha vurguluyor.
1 yaş dokuz aylık bir kız çocuğu, kendisinin ve annesinin saçını dağıttığı için rüzgâra, ellerini ıslattığı için yağmura kızmaktadır.
2 yaş yedi aylık bir oğlan çocuğu parmaklarını güneşe doğru tuttuktan sonra kırmızı renkte gördüğü parmakları hakkında; “Güneş parmaklarımı kanatıyor” demiştir.
4 yaşındaki bir kız çocuğu, babasıyla yaptığı tren yolculuğunda bir tünele girdiklerinde her
yerin kapkaranlık olması üzerine şöyle bağırmıştır; “Baba, kayboldum”.
4 yaşında başka bir kız çocuğu annesi tarafından uyumak üzere yatağına yatırılmış ve çocuk gözlerini uyumak üzere kapamıştır. Ancak yanında oturan ve dikiş dikmeye devam eden annesine, şaşkınlıkla; “Ama nasıl görebilirsin, benim gözlerim kapalı” demiştir.
Nedensellik kalıpları, çocukta yetişkinde olduğundan farklıdır.
Yukarıdaki örnekler bu ayrıcalığın ayrıntılarda değil, temelde olduğunu açıkça gösteriyor. Yapılan araştırmalar bunun yedi yaşına kadar böylece sürdüğünü göstermiştir. Çocuktaki nedensellik ne mantıkla, ne de ortamla ilişkilidir.
O, birlikte idrak ettiği olgular arasında doğrudan doğruya bir bağ kurar. “Göz kapandığı zaman her yer kararıyor ve görme olayı kayboluyor. Şu halde, gözünü kapattığı zaman kendide görünmeyecektir.” Gibi.
Bu konuyu inceleyen araştırmacılardan biri olan Piaget’ in 6 yaşındaki bir çocuğa sorduğu “Güneş niçin aşağıya düşmüyor?” sorusuna aldığı yanıt; “Verdiği ısı ile tutunuyor” olmuştur.
Çocuk yedi yaşına kadar, nesnelerin tıpkı kendisi gibi duyarlılığa, bilinçli davranışa ve etkinliğe sahip olduğunu sanır.
Değişik araştırmacılardan alınan aşağıdaki örnekler, kendi gözlemlerimizde de benzerlerini bulabileceğimiz ilgi çekici çocuk konuşmalarıdır;
3 yaş 9 aylık bir çocuk; “-Otomobil garajda uyuyor. Yağmur yağdığı için sokağa çıkmıyor” demiş ve 3 yaşındaki bir çocuk; “- Ziller hâlâ uyanık mı?” diye sormuştur.
2 yaş 9 aylık bir çocuk, üzeri delinmiş bir tahta parçası gördüğü zaman; “- o delindiği zaman ağladı mı?” sorusunu yöneltmiştir.
3 buçuk yaşındaki başka bir çocuk, camın üzerinde dolaşıp duran sineği göstererek; “- Sinek hâlâ camı kırmaya çalışıyor” demiştir.
Görüldüğü üzere küçük çocuk yalnızca insanların davranış ve eylemleriyle ilgilenmemekte, bütün insani güdüleri, doğa olaylarına ve nesneler dünyasına yansıtmaktadır.
Çocuk, bizim cansız ve ruhsuz olarak gördüğümüz şeyleri, canlı ve bilinçli olarak kabul etmektedir.
Aşağıda bu görüşün ilgi çekici birkaç örneğini daha bulacaksınız;
1 yaş 8 aylık küçük bir oğlan çocuğu, W harfini çok seviyor ve ona; “- Benim sevgili yaşlı W'cuğum!” diyordu.
4 yaşındaki bir oğlan çocuğu ise, F harfini önce ayna yazısıyla, yani ters olarak, sonra da bunun soluna, doğru biçimde yazdıktan sonra; “F ile =ı birlikte çene çalıyorlar” demekteydi.
Yine 4 yaşlarındaki bir kız çocuğu, sokakta gördüğü çakıl taşlarını yerden topluyor ve sokakta sürekli olarak aynı görüntüyü izlemekten son derece canları sıkılan bu zavallıları, biraz da yeni bir şey görsünler diye uzak yerlere götürüp bırakıyordu.
Çocuk bu çağda, zengin bir düş gücüne, imgeleme yeteneğine sahiptir. Bebeklik ve birinci çocukluk evresi içinde çocuğun zihni çalışması, yalnızca belirli şartlanmalar düzeyinde iken, ikinci çocukluk evresinde algılar yalnız otomatizmalar düzeyinde değil, bellek düzeyinde de değerlendirilir.
İmgelemeler zenginleşir, düş kurmaya ve masallara karşı ilgi artar. Anne ve baba,
abla ve ağabeyler, eve gidip gelen yakın aile dostları, masal söyletmek üzere çok tatlı bir biçimde sıkıştırılır.
Masal kahramanlarıyla özdeleşmeler başlar. Düş, kimi kere gerçekle öyle karışır ki, çocuk
düşünce yarattığını bir gerçek olarak kabullenir. İşte bir örnek;
“ Çocuk babasıyla birlikte parka gezmeye gitmeye hazırlanmaktadır. Ancak onun tüm amacı parktaki kuğuları görmektir.
Parka gidilir. Ama hava çok soğuktur ve kuğular dışarı bırakılmamıştır. Çocuk kuğuları göremez. Eve gelindiğinde gezisini annesine heyecanla anlatmaya başlar;
- Anne, biz babamla parka gittik! Orada kuğuları gördük. Hem ben onlara yem de verdim!
Baba; - Oğlum niye doğru söylemiyorsun, parkta kuğular yoktu.
Çocuk bu durumda kurduğu düşte inat eder, daha da üzerine varılınca, - Vardı işte, vardı! diyerek ağlar.”
Bu yaştaki çocukların tanıtıcı bir özeliği olan imgeleme gücündeki yoğunluk ve düşleri gerçek kabulleniş biz yetişkinler tarafından yanlış değerlendirilmemelidir. Bu bir açlığın doyurulmasından başka bir şey değildir.
Çocuk, düşlediği, ancak gerçekte var olmayan olayları anlattığında, anne ve babanın, bunu bir ahlak yargısı olarak, yalan diye damgalayıp çocuğu cezalandırmaya gitmesi, onu acıktı diye cezalandırmaya benzer. Bu, çocuğun gelişiminde olumsuz etki meydana getirerek güven duygusunu şiddetle sarsar.
Egosantrizm, bu çağda çocuğun doğal zihni eğilimidir.
Bu çağ içinde çocuk, herşeyi bilinçsiz olarak kendi çıkarları açısından düşünür. Burada çocuğun duygusal ve sosyal eğilimi değil, zihni eğilimi söz konusudur. Çocuk zekâ düzeyinde egosantiriktir, derken anlatılmak istenen onun benbenci bir varlık olduğu değildir.
O, evreni bu biçimde algılamıştır. Algılamaları onda bu eğilimi doğurmuştur. Sosyalleşme yolunda ilerledikçe, diğer insanlara yöneldikçe, eğiticilerinin yol göstericiliğiyle, kendinden vermeyi, paylaşmayı, uzlaşmayı, cömertliği öğrenecektir.
Ancak bu çağ içinde çocuk kendisini tüm evrenin odak noktası olarak görür. Tüm evrene kendi öz yararı açısından bakar. Her şey onun yararlanması için vardır, herkes onun hizmetindedir.
Gözünün gördüğü, elinin erdiği, canının çektiği her şeyi istemesi, bu dileğinin yerine gelmemesi halinde şaşkınlığa düşmesi, bağırıp çağırması, tepinmesi, ağlaması bunun aksini düşünememesindendir.
Yetişkinin kabullenemediği, anlayamadığı ve öfkelendiği bu durum, çocuk için son derece doğaldır. Çünkü o içine doğduğu, dünyayı böyle algılamıştır. Doğduğu günden beri, geniş bir ilgi çemberinin tam ortasında bulmuştur kendisini.
Anne ve baba çevresinde fır dönmekte, sütü verilmekte, okşayıp sevilmektedir. Yaşamının ilk çağlarında dar bir algılama yetisine sahip bulunan çocuğun, kendisine karşı olan bu geniş yöneliş karşısında, çevresindeki her şeyin kendi yararı için var olduğu sonucunu çıkartması ne denli doğalsa, bunlarda o kadar doğaldır.