Kategoriler

Modern Dünyada Çocuk

Modern Dünyada Çocuk

Eğitim üzerine yazılmış hemen bütün kitaplar insanın sosyal bir varlık olduğunu vurgular. Madem öyledir, o zaman öncelikle toplum ve toplumun içinde olduğu sosyal hayata bakmak, onun getirdiği koşullar üzerinde durmak, özellikle de “Son yıllarda ne geldi dünya çocuklarının başına? Neler yaşıyorlar? …” diye incelemek gerekir…

Son yıllarda çocukların karşılaştıkları, tesiri altında kaldıkları başlıca üç değişim alanının var olduğunu görüyoruz…

Bunlardan ilki “tüketim eğilimi” dir. Piyasa ekonomisindeki eğilimler bireyin diğer (sosyal-duygusal) arzularını önemsemeyip sadece tüketime yönelik arzularını sömürmekte ve rekabet duygusunu artırmaktadır. Hafta sonları ya da akşamları, işten, okuldan çıkınca insanlar yine kapalı mekânlara gitmektedirler.

Herkesin, her şeyi tüketmeye şartlandırılması, bütün kitle iletişim araçlarıyla sürekli pompalanması, gerek olmamasına rağmen birden, ikiden fazla aynı şeye sahip olmak ve tüketmenin sonucunda, teknolojinin de gelişmesiyle beraber, teknolojik araç-gereçlerle kuşatılmak bu eğilimin sonucudur…

Çocukların küreselleşen ekonomi içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için okul da onları daha fazla çalışmaya zorlamaktadır. Geniş aile bağları bu yöndeki olumsuzlukları azaltabilmektedir ancak ülkelerin gelişmişlik düzeylerindeki artışa bağlı olarak bu bağlar da zayıflamaktadır.

Bu olumsuz eğilimin yanı sıra “kamusal olan”ın “özel olan” için feda edilmesi sorunu vardır ve bu durum dünya bankası politikası gibi bütün ülkelere yayılmaktadır. Diyelim ki biz hepimiz bir mahallede yaşıyoruz. Bir sürü evler, yapılar var… Bakkal var, kasap var, manav var… Ancak bu mahalle içinde yeşil alanların, parkların, bahçelerin de olması gerekiyor. Bütün bu olması gerekenler kimin hakkıdır? Genel olarak bir toplumda yaşayan vatandaşların hakkıdır.

Buna bağlı olarak ikinci değişim alanı, “çocukların sokak ilişkilerinin azalması” ortaya çıkmıştır. Geçmişte çocuklar sokakta günlerini geçirip oyun oynayabilirlerdi ancak özellikle büyük kentlerde bu durum artık gerçekleşememektedir. Serbest olarak oynayacakları boş arsalar yok, hayal kurup muzırlık yapacakları parklar yok, çamurla oynayacakları, rahatça ip atlayıp top oynayabilecekleri mahalleler maalesef yok

Bunun yerine betonlarla çepeçevre kuşatılmış mekânlar var. Özel sitelerde oturulmasına ve insanların küreselleşsen bir iletişim ağı içinde olmasına karşın komşuluk ilişkileri azalmaktadır.

Artan hareketlilik nedeniyle yetişkinler de çocuklar da daha fazla kişiyle bir araya gelmektedir ancak gerçek iletişim kurmada zorlanılmakta, yüz yüze olmaktan, göz kontağı kurmaktan kaçınılmaktadır. Bu durum sosyal duygusal yaşamımız açısından olumlu sonuçlar doğurmamaktadır.

Üçüncü değişim alanı ise “genel çevresel problemler”dir. Çocuklar bir yandan genel problemlerden haberdar olurken bir yandan da kendi doğal alanlarından uzaklaşmaktadırlar.

Yaşamdaki bütün bu değişimlerin sonucunda da doğadan ve doğallıktan yoksun, kapalı mekânlarda kendini daha iyi hisseden, içine kapanan ve hasta olduğunu bile anlamayan bir gençlik ile karşı karşıya kalınmaktadır.

Bütün dünyadaki bu olumsuz gidişin etkisini azaltabilmek için öncelikle yapılması gereken şey, insanların eğitim alma hakkını sağlamaktır.

Yaşamımızdaki bu değişim alanları çocukları ile baş etmek konusunda anne babaları çok zorlamaktadır. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan aileler –ki bunların birçoğu tek çocuklu çalışan anne ve babalardır- çocuklarıyla baş edemeyip özgürlük ve sınır dengesini ayarlayamamaktadırlar.

Evet”ler ve “hayır”lar istenirse öyle güzel ayarlanır ki çocuklar hem özgürlük hissederler hem de sınırları algılarlar…

Her yaştaki insanın ve özellikle de çocukların, enerjileri olumlu yönde harcanabilecek ilgi alanlarına yönlendirildikçe ve kendilerini ifade edebilecekleri ortam ve fırsatlar onlara sağlandıkça ruhen sağlıklı olma ihtimalleri artar. Bu gelişme ise onların sosyal hayatta başarılı olmalarını, kendilerine güven duymalarını, olumlu benlik duygusu geliştirmelerini sağlar.

Bu zemin hazır olmadan bireyin çalışma ve akademik başarı göstermede çok önemli bir yeri olan içsel motivasyona sahip olmaları beklenemez. Bu gerçeği anne babaların öncelikle öğrenmesi ve kabul etmesi gerekmektedir.

Bunun yanı sıra, akademik başarı sadece fen ve matematik alanlarındaki başarıdan ibaret değildir, akademik başarı bizim bilişsel yapımızın bir tek yönü ele alınarak değerlendirilemez. Farklı yetenek alanlarımız geliştirilerek o yönlerde başarı sağlanabilir; örneğin; sporda, sağlık konularında, sosyal konularda, yabancı dil öğreniminde, iletişim becerilerinde…

Biliyorsunuz, çocuklarımızın sosyal konulardaki dersleri ya da beden eğitimi, görsel sanatlar gibi dersleri zaman zaman ya boş geçen dersler arasında yer almakta ya da o ders saatlerinde önemli olarak algılanan matematik, fen ve teknoloji gibi dersler yapılmaktadır. Yani bu derslere olması gereken önem verilmemektedir…

Şimdi bu anlayış doğru olsaydı bu kadar çalışmanın, dershanelere gitmenin sonucunda şöyle olurdu; Türk çocukları bütün fen ve matematik ağırlıklı tarama araştırmalarında diğer ülkelerin çocuklarına göre daha yüksek puan alırdı… Oysaki yapılan araştırma sonuçları bizim neredeyse en son sıralarda olduğumuzu gösteriyor…

Bizim toplumumuzda hem bu konularda bastıran, yetkici ve ısrarcı anne ve babalar çokça var hem de milli eğitim politikaları bir türlü doğru yolda ilerleyemedi. Sonra ne oluyor? Yaşadığı hayattan nefret eden bir sürü genç ortaya çıkıyor. Kazanıp girdiği bölümün kendine göre bir mesleği ona sağlayamayacağını yıllar sonra anlayıp yeniden ÖSS ye giren kimi zaman istediğini elde eden; kimi zaman ise yeni bir programa kayıt için gerekli puanı alamadığından istemeye istemeye okuduğu programa devam eden birçok genç var.

Peki, bu kadar boşa harcanmış zamana yazık değil mi, değer mi? Bunun yanında ÖSS stresi, ebeveynlerin maddi ve manevi tükenmesi; çocuğa yazık ebeveyne yazık… Üstelik şimdi bir de ilköğretim süreci içinde bir başka sınav grubu geldi gündeme.

Bizim esas sorunumuz, getirdiğimiz sistemlerde gereğince tutarlılık ve süreklilik gösterememe özelliğine sahip olmamız, özellikle de milli eğitim sistemlerinde… Bir proje geliyor, bir ekip bunu çalışıyor, tamamlıyor, yola çıkılıyor…

Çok büyük bir öğretmen ve çocuk ordumuz var bizim. Müdürler, müfettişlerde derken eğitim alması gereken milyonlarca insan var demektir. Bizler de zaman ayırıyoruz, hizmet içi eğitim seminerlerine gidiyoruz…

Sonra birde bakıyorsunuz bir süre sonra o yaklaşım değişiyor projeler rafa kalkıyor…Sonra yeniden…Yeniden…Bu kadar zamanı yok bu ülkenin, maddi manevi boşa harcanacak gücü yok…Türkiye’nin çocuklarını ve kaynaklarını, bu kadar emeği, boşa harcamak son derece yanlıştır.

Oyun, çocukların baş edebildikleri ve baş edemedikleri her şeyi yani hayatlarını yansıttıkları bir ortamdır. Oyun çocuğun işidir… Öyle güzel konsantre oluyor ki çocuk, tepesinde kim var, dönüp bakmıyor bile…

Zengin uyarıcı dolu bir çevre hazırlayarak rehberlik etmek, ortam hazırlamak ve sonra geride durmak… Gerisini o keşfediyor zaten… Erken çocukluk dediğimiz 0-8 yaş dönemi zaten ‘keşfetme’ ve ‘merak’ üzerinde kurulmuş bir dönemdir…

Anne babalar çocukların oyunlarını keserek, ona sosyal ilgilerini yok ederek, onu bilgisayarın ya da test kitaplarının başına koyarak işlerin çözümleneceğini zannediyorlar… Oysaki çocuk hazır olmadan uygun eğitim ve öğretim yaşantısıyla karşılaşmadan öğrenme gerçekleşmiyor.

Bilimsel araştırma sonuçları da bunu destekler niteliktedir. İnsanların bilimsel sonuçlara ve bilim insanlarına güvenmesi gerekmektedir. Normalde, annenin çalışması ya da çocuğun tek olması çocuğun sorunlu olmasına sebep olmaz ancak yanlış yetişkin tutum ve davranışları girerse devreye o zaman çocuklarımız sorunlu olur…

Anne ve babalar çocuklarına nasıl bakıp yetiştireceklerini bilmezlerse dört çocuğu da rezil ederler, bir çocuğu da… Ya da çalışan anne akşam eve geldikten sonra çocuğuna yeterli zaman ayıramadığı için kaygılanıp bütün ilgisini, parasını, her şeyini çocuğa yöneltir ve onu şımartırsa o çocuk tabii ki şımarık olur… Ancak bu olumsuzluklar sırf anne çalıştığı için veya sırf çocuk tek olduğu için olmaz.

Oyunla ilgili yayımlanmış araştırmalar veya kitaplar bizlere der ki; erken dönemde çocuğun gününün büyük bir kısmını serbest oyun oynayarak geçirmesi gerek… Üstelik elleri işin içinde olacak; çamurda, böcekte, bahçede, tamirde, inşa işinde. Çünkü çocuklar en iyi oynarken öğreniyorlar.

Başka ülkelere gittiğinizde insan eli değmemiş doğal ortamlarda çocuklara sabah ve akşamüstü birer saat olmak üzere serbest yürüyüş yaptırıyorlar. Çocuklar çevredekilerle konuşmuyor da üstelik… Sadece bakıyor, doğayı inceliyor… Bu ise bilişsel gelişim için öncelikle istenen şeydir: gözlem yapabilme becerisi…

Orada gözlem yapsın; ona baksın, buna baksın, çiçeğe, böceğe baksın ve incelesin… Burada öğretmenin görevi, çocuk doğa gezisinden gelince başlıyor… Diyelim ki böyle bir gezi yaptırdınız, oturursunuz birlikte bir yere, sorarsınız: “Sen ne gördün, ne duydun?”

Çocuklardan biri der ki “Ben jet uçağı sesi duydum…”, diğeri “Ben duymadım…”, biri der “Kuş öttü, serçe sesi duydum…” diğeri “Ben kaplumbağa gördüm, sen ne gördün? Araba sesi duydum…”

Ardından da her birinin algıladığı bilgiyi arkadaşlarına aktardığını düşünürsek hem kavram öğreniminin hem de ifade edici dil gelişimlerinin nasıl desteklenebileceğini görürüz. Üstelik çocuklara hem kendini ifade etme şansı, hem de diğerlerine dinleme becerisini kazanma fırsatı sunulur böyle etkinliklerle.

Bu süreçte neyi anlıyor çocuklar? Hepimizin farklı algılayabildiğimizi ve çevremizde ne kadar çeşitli nesne ya da varlık olduğunu… Farklılıkları… Farklılıkları fark etmek ise bilişsel gelişim sürecinde aşmamız gereken ilk aşamadır.

İnsan, bir şeyleri fark etmezse onunla ilgili merak da duymaz, bilgilenme gereksinimi de duymaz. Mesela; diyelim ki siz huzursuz bir insansınız ancak kendiniz bunun farkında değilsiniz, insanları üzüyorsunuz… Hatalarınızı düzeltmeniz, eksikliklerinizi telafi etmeniz için öncelikle sizin kendinizin farkında olmanız gerekiyor ki kendinizi sağaltabilesiniz, önlemler alabilesiniz…

Çocukların da matematikle ilgili ilk becerilerinin oluşması için çevrelerindekinin farkında olmaları, gözlem yapabilmeleri ve gözlemlerini kayıt altına alabilmeleri gerekir. Biliyor musunuz; okuma yazma bilmeyen çocuklar bunu yapabilir… Bir kâğıt verirsiniz, söylersiniz: “Haydi başla çocuğum, gördüklerini çiz… Ne gördün? Hiç ateş böceği gördün mü? Kaç tane gördün? Başka ne gördün? …” Çocuk der: “Üç tane birbirine benzeyen yaprak gördüm”

Ardından söylersiniz: “O zaman haydi o üç yaprağı çiz…” Gördünüz mü işte, matematik çalışıyoruz fakat aynı zamanda sanat eğitimi yapıyoruz; bir de ne yapıyoruz, algıladıklarını hatırlama alıştırması yapıyoruz…

Çizmek, rengini ve sayısını söylemek, zaman ve mekanla ilgili yönergeleri yanıtlamak, rengini doğru boyamak vs. ise küçük yaşta kazandırılabilecek akademik becerilerden… Bu tür akademik becerileri erken yaşlarda kazanırsa ileride yani ilköğretimdeki dersler yüklenince, daha çok konsantrasyon isteyen işler artınca o kazandığı becerileri sergilemeye başlıyor çocuk…

Mesela, diyelim ki bir kitap aldık, kitapta kuş, çiçek vs. resimleri var, resimlerin yanına da boşluklar koyulmuş… Öğretmenden çocuğa soru sorması bekleniyor: “Ne çiçeği ne zaman gördün? Tarihini yaz…” veya “Nerede gördün, bunun adı ne?”

Böyle bir çalışma aslında öğretmen ve ebeveynlere şu mesajı da veriyor: “Çocuğu gezdirin, değişik öğrenme ortamlarına sokun ancak gezdirirken de gelişigüzel gezdirmeyin, amaçlı gezdirin”.

Böyle bir etkinliğin devamında öğretmen “Bu gördüklerinizin benzeri acaba başka hangi ülkelerde olur, biliyor musun? Diyerek konuyu geliştirebilir, merak uyandırıp çocuğu araştırmaya, kütüphaneye gitmeye, internette tarama yapmaya yönlendirebilir.

Teknolojik araçların eğitimde şüphesiz çok önemli yerleri vardır, ancak “doğru amaçlarla” kullanılırlarsa… Televizyonda bazen güzel belgeseller, çocuk programları, çizgi filmler yayınlanıyor ancak anne babalar bu tür programları incelemeli ve çocuğun sürekli ekran karşısında kalmasına izin vermek yerine, onun için uygun birkaç programa onunla birlikte karar vermelidir.

Çocukla beraber oturup haftada bir iki program izlemeli ve sonra televizyonu kapatmalıdır. Anne babalar her seferinde olmasa bile bazen ona dikkatli izlemesi için telkinde bulunmalı ve daha sonra programdan, filmden birlikte sonuçlar çıkarmalı yani çocuğundan izlediği programın ana fikrini çıkarmasını istemelidir…

Veya ona “Bu filmi sen yapsaydın adı ne olurdu gibi hayal gücünü geliştirici sorular da sorabiliriz… Bir de eve gelir gelmez televizyonun düğmesine basılmamalıdır… Peki, bastığımız zaman ne oluyor; çocuğa, “Evladım, bu öyle bir önemli araç ki bunsuz olamıyoruz…” mesajını vermiş oluyoruz.

Bilgisayar kullanımı konusunda da söylenecekler benzerdir. Teknolojik araçlar gerektiğinde açılıp yararlanılmalı ve sonra kapatılmalıdır. Aksi takdirde yaşamda yapılacak birçok şey yapılmamış ve aile bireyleri evin içinde gereksiz yere atıl bir şekilde ve birbirlerinden kopuk zaman geçirmiş olurlar. Bu da aile merkezli aile kavramını sarsar ve aile bireyleri arasında iletişim kopukluğu başlar.

Hâlbuki tavır ve davranışlarımızla çocuğumuza ne mesaj verdiğimizi sürekli sorgulamamız gerekiyor ebeveynler ve öğretmenler olarak… Hani eskilerin bir lafı var ya “Ağzından çıkanı kulağın duysun.” veya “Eline, diline hâkim ol.” Diye, aynen öyle… Yani yetişkinler çevrelerindeki çocuklara doğru model olmalıdırlar, sosyal öğrenme kuramları bunu söylemektedir.

Evet, aile bireylerinin evi sıcak bir yer olarak algılayabilmesi, kendisini rahatlıkla ifade edebilmesi ve gereksinimlerini karşılayabilmesi için “aile” merkezli yaşamalıyız, “çocuk” merkezli veya “anne” merkezli veya “baba” merkezli değil…

Evde yapılacak birçok şeyi ailece paylaşarak yapmak çok önemlidir… Yeterince paramız var diye maç seyretmek için salona bir LCD televizyon, anne mutfakta yemek hazırlarken seyretsin diye mutfağa bir televizyon; olmadı bir de çocuğun odasına televizyon koyarsak eğer, o zaman kimin neyi seyrettiğini bilemeyiz..

Aynı şey bilgisayar içinde geçerlidir, yani çocuğunuz internette hangi sitelere girip dolaşıyor, kiminle “chat” yapıyor, nelerle meşgul oluyor; kontrol edemezsiniz. Çocuklar bunları isteyebilir tabii… Çocuklar sürekli bir şeyler isteyebilirler çünkü onlar henüz “ben merkezcil” dönemdedirler, kendileri için sürekli bir şeyler isteyebilirler fakat acaba siz almalı mısınız?

O henüz meselelere kendi penceresinden bakmaktadır ancak siz ona karşıdan bakmayı yani “empati” kurma becerisini yavaş yavaş kazandırmalısınız. “Tabii ki yavrum, sen bunu da isteyebilirsin, onu da isteyebilirsin ikinci ayakkabıyı da isteyebilirsin yalnız buna gerek yok çünkü ailemizin farklı ihtiyaçları da var, onlara da para ayırmalı, bütçemizin bir kısmını bunun için kullanmalıyız” demelisiniz.

Hatta birlikte bütçe yapılmalı ve tüketim kalemlerine birlikte karar vermelisiniz. Türkiye’de çok az aile bunu yapabiliyor, yaptığı zaman da mutlu oluyor… Ailecek birlikte karar veriniz, “Eve bir şey alınacak ya da mutfağa bir şey alınacak, ne alakası var şimdi, çocuk mu karar verecek? Tepemize mi çıkartacağız onları?” demeyiniz çünkü böyle davranarak vereceğiniz başka bir mesaj daha var pedagojik olarak: “Sen önemlisin, ailemizin bir ferdisin; sana değer veriyor, saygı duyuyoruz; senin kararların belki de bize hiç aklımıza gelmeyecek bir fikir verecek” gibi…

Odasına bir dolap mı istiyor, kalkın hep beraber ona dolap almaya gidin. Odasını beraber ölçüp biçin, hangi duvara yaslamak istediğine ve diğer detaylara karar versin. Burada o dolap bahane, bunu önermekle vermek istediğimiz başka mesajlar var: Aile olmayı öğreneceğiz her şeyden önce, çıkmışken bir yemek yiyeceğiz belki, onu da heyecanla, hevesle yapacağız birlikte…

Çünkü evlilikler zaman zaman motivasyona ihtiyaç duyuyor. Karı koca, çocuklar, nine, dede kim varsa evde kalkın gidin, birlikte gezin, birlikte o heyecanı duyun, sizle beraber çocuğunuz da duysun: “O kaç lira? Hangi malzemenin özelliği ne, hangisi daha uygun? Benim ailem hangisini alabilecek? Ailemiz nasıl bir aile? Ben de tutumlu olmak zorunda mıyım? gibi konularda düşünsün.

Dolabına sahip olduğunda da bakımının nasıl yapılacağını öğretip birlikte yerleştirmeniz gerekmektedir. Çocuk ancak böyle bir yaklaşımla –hazıra konmadan- yaşam becerileriyle donatılabilir ve kabul eden ve hoşgörü gösteren bir aile içinde hissedebilir kendisini. Bunun yanı sıra tutumluluğu öğretmeden “doğru vatandaş” olma becerisini nasıl öğreteceksiniz?

Öyle durduk yerde bırakırsanız çocuğu, bilgisayar, televizyon vs. ona hiçbir şey öğretmiyor. Çocuğun bir kültür içinde yaşaması kendiliğinden her şeyi öğrenmesine yetmiyor. Çevresindeki yetişkinlerin içinde yaşanılan kültürün özelliklerini yorumlayarak çocuğa aktarması gereklidir.

Ebeveyn aracılığıyla çocuğun öğrenmesi çok önemlidir… Eve gidince o gün yaşadıklarınızı çocuğunuzla paylaşınız. Bu, aynı zamanda aranızda sıcak bir iletişim kurulmasına ve sağlıklı bir bağlanma yaşanmasına da yol açar.

Hayatı öğrenmek zorundalar: Nerede ne var? Kim kimdir? Bu nedir? İnsanlar onlar için ne diyor? Çünkü SBS telaşı, ÖSS telaşı, günlük yaşam koşturması derken çocuklar ev yaşamını paylaşmadan bir köşede oturtuluyorlar…

Çocuklar sınava hazırlanıyor diye temizlik yaptırılmıyor, evin işleri onlarla paylaşılmıyor, ellerine cep telefonu veriliyor, para veriliyor, servis ayarlanıyor. Sonra çocuklar dershane, ev ve kafeler arasında yaklaşık altı yıllarını geçiriyorlar.

Maalesef eğitim müfredatındaki yeni düzenlemelerle birlikte artık çocuklar dershaneye gitmeye ilkokuldan itibaren başlayacaklar. Gittikleri kafelerde ise sigara gibi zararlı maddelerle yüz yüze olma tehlikesi var. Üstelik çocuklar bu mekânlarda sürekli oturma pozisyonundalar, vücutları çalışmıyor, çalışmayınca da gittikçe hımbıllaşıyorlar, güneşe çıkmıyorlar…

İnsan olarak hepimizin olabildiğince çok açık havada kalmaya ihtiyacımız var, ta bebeklikten yaşlılığa kadar çünkü öyle yaratılmışız… Bizler doğanın bir parçasıyız… Doğadan, doğallıktan uzaklaştıkça da başımıza maddi – manevi sorunlar açılıyor.

Bir şeyler icat ediyorsunuz, o icat ya kansere yol açıyor ya da atığı kolay kolay yok edilemiyor vs. biliyorsunuz ki teknoloji zaten çok hızlı gelişiyor, ürünler gittikçe küçülüyor, teknolojik atıklar sorun oluyor… Teknolojik güzel ancak bunun yanında getirdiği olumsuzluklar da var…

Özellikle erken çocukluk eğitiminde sorarak araştırarak keşfederek öğrenmenin desteklenmesini bütün uzmanlar öneriyor. Çocuk merkezli bir problem çözme yaklaşımı; araştırma ve incelemeye, iş birliğiyle sorun çözmeye yönlendiren açık uçlu materyaller kullanan destekleyici ebeveyn ve öğretmen tutum ve davranışlarını gerektiriyor.

“Bir davranışın ahlaka uygun olabilmesi için üç aşamadan da sağlıklı bir şekilde geçmesi gerekli” diyor uzmanlar. Birincisi durumu yorumlamak, ikincisi karar vermek, üçüncüsü de ilerleyeceği yolda ilerlemek… Bu üç aşamalı bağımsız ilerleme şekli hem bilişsel gelişimle hem de duyuşsal gelişimle yakından ilgili…

Diyelim ki bir kişi bir durumla karşılaştı ve bu durumu yorumluyor… Karar vermesi ve izleyeceği yolda ilerleyebilmesi için iki farklı yönde beceriye ihtiyacı var, biri bilişsel, diğeri duyuşsal… Türk toplumu genellikle bilişsel kısımla ve sonuçla –ürünle meşgul oluyor hâlbuki bütün araştırmalar “Duyuşsal kısım olmadan bilişsel kısım tek başına o işle başa çıkamıyor.” diyor.

Buradan şunu çıkarabilirsiniz: Öğretmenler ve evdeki ilk eğitimciler olarak anne babalar, öncelikle çocuklarının duyuşsal becerileriyle meşgul olsunlar lütfen, bilişsel beceriler arkadan gelir. Yalnız burada ahlaki gelişimden kastımız içinde yaşadığımız toplumun sosyal normlarını, değerlerimizi kazanabilmek için gereken beceriler konusunda kaydettiğimiz ilerlemedir…

Erken çocukluk dönemindeki çocukların yetiştirilmesiyle meşgul olacak yetişkinler unutmamalıdırlar ki “Küçük çocuklar, önemli şeyleri kendilerine söylenmesi yoluyla değil diğer çocuklarla oynarken ve fizikî çevreyle etkileşim hâlindeyken bilgiyi kendi kendine yapılandırarak öğrenirler.”

Hani otuz kere dersiniz “Hırkanı giy yavrum, üşürsün..” diye, yine o sizinle dalga geçer gider. Ancak oyun oynarken, diğer çocuklarla konuşurken bakar arkadaşlarına, onlarda davar, üşüdüğünü hisseder ve sonra der: “Üşüyorum anne, hırkamı ver.” Böylelikle kendisinin farkında olur.

Ayrıca oyun öyle imkânlar tanıyor ki çocuğa, vücut ve zihin hemhâl oluyor. Çevrenin çocukların bilişsel gelişimine etkisini vurgulayan bir kuramcı olan Vygotsky, bu etkileşimin sosyal yapının içine saplanmış olduğunu ve bundan önemli ölçüde etkilendiğini belirtiyor. “Bu etkileşimi istiyorsanız…” diyor”… Sosyal bir yapı kurun; çocukları sosyal sistemlerin, toplum projelerinin içine, mesela gönüllü çalışmaların içine sokun, sonra da onları izleyin…”

Şimdi hiç kimse yaz tatillerinde çocuklara çıraklık yaptırmıyor “Ayıptır…” diye, kimse çocukların el becerilerine önem vermiyor, yaşam becerileriyle donatmıyor; herkes çocuğunu koruyor, kolluyor, besliyor, -üstelik yanlış besliyor- fakat maalesef oyuna izin vermiyor…

Sözün kısası, yanlış yetişmiş bir çocuk elde etmek için ne lazımsa yapıyoruz. Sağlıksız, gürbüz, apartman katlarında güvende, her şeyi var ancak yalnız… Görünürde hiçbir eksiği yok fakat aslında o kadar çok eksiği var ki…

Günümüzde bizim insanımıza elbise gibi yapıştı artık: “Bundan ben de çok bunalıyorum… Yapıyorum, yapıyorum, olmuyor; kimselere yaranamıyorum, yazı yazıyorum, cevap alamıyorum; şunu yapıyorum, olmuyor; bunu yapıyorum, olmuyor…” ya da “Eşimle aram iyi değil, kimseye söylemiyorum. Çocuklar beni çok yoruyor.” gibi…

Bu nedir, biliyor musunuz; kendimizi mutlu edecek kapıları bilerek kapatmaktır. Aslında bu konuda kendi kendinizi eğitebilirsiniz, danışmanlık alabilirsiniz, yeter ki isteyin… Tabii bu, farklı yollarla da desteklenebilir; mesela, otuz ilâ kırk yaş arasındaki çocuklu bay ve bayanlara sinema tiyatro oyunları aracılığıyla bireylerin kişisel gelişimleri desteklenebilir, seminerler verilebilir, onlara “Çevrenizde ne olursa olsun siz önemlisiniz çünkü anne babasınız, kendinizle ilgilenin, kendinize bakın…” denilebilir.

İnsanlar maalesef evlenip de çocuk sahibi olunca önceki uğraşlarını-hobilerini (çoğunluğun önceden de böyle uğraşlara sahip olmadığı bilinmektedir) bir tarafa bırakıyorlar, kendilerini geliştirmek için arayış içinde olmuyor, kitap okumuyor, gelişmeleri, sosyal olayları takip etmiyorlar.

Büyük bir çoğunluk evden işe, işten eve gidiş şeklindeki kısır bir döngü içindeler. Şikâyet ediyorlar ama “haydi…” dediğimizde de sadece seyirci olarak kalıyor, katılımcı olmaya heves göstermiyorlar.

Bunun başlıca sebeplerinden biri küçük yaştan beri TV ve internette sunulan yayınları izleyerek sadece izleyici olmayı kabul etmeleri ve giderek atıllaşmalarıdır. İnsanlar evde çok gerginler fakat gerginliğin esas sebeplerinin yaptıkları işlerden, birbirleriyle olan ilişkilerinden kaynaklandığını unutuyorlar.

Sabah erkenden neşe ile kalkmak, güzelce hemen tıraş olmak, kahvaltıyı birlikte hazırlamak, çocuklar veya eşler evden çıkarken onları uğurlamak, arkalarından el sallamak… Bunların hepsinin içerisinde bir mesaj var: “Sizleri seviyoruz. Sizler bizim için önemlisiniz…

Herkesi mutlu etmelisiniz; öncelikle kendinizi, çocuğunuzu, annenizi vs. çünkü herkesin olumlu geri bildirime ihtiyacı vardır… Reçetedeki ilaçlardan biri bu… Mesela, siz eşinizi şımartacaksınız, eşiniz de sizi…

Şömine ya da soba, sürekli yanmak, ortalığı ısıtmak için yakıt ister. Aynen onun gibi, evlilikler de şıklıklar ister, sürprizler ister… İnsanlar –daha çok da çocuklar- tatlıyı sever. Bu mecâzi anlamda da geçerli… İnsanoğluna tatlıyı sunmak sunmak gerekiyor… Olumsuzluklar çok konuşulmamalı, olumlular konuşulmalı…

Paylaşabildiğiniz her şeyi çocuklarınızla ve eşinizle paylaşın, gününüzü anlatın, yalnız bunu yaparken cümleye olumsuz başlamayın. Günümüzde insanlar kendilerini ifade edememelerinin gerginliği içerisindeler…

Nedense çocukları açık alanlarda oyun oynamaya götürmüyoruz da öyle kapalı alanlara götürüyoruz, üstelik böyle yaparak onlara iyilik yaptığımızı zannediyoruz. Kapalı yerler statik enerji doludur, oksijen az olur, insanlar sinirli olabilirler, çocuklar tüketimden başka bir şey gözlemleyemezler.

Küçük çocukların duyguları ilgileri ve değerleri değişkendir; bir durumdan diğerine muhafaza edilemez, kararları çabuk değişebilir. Anne ve babalar bunları bilirlerse hem kendilerini hem de çocuklarını hırpalamazlar.

Ailedeki yetişkinlerin işlerin yoğunluğu ve çocukları uğruna kendilerini ihmal etmenin sonucunda gergin oldukları görülmektedir. Yetişkinlerin gerek yayınları okuyarak gerekse bu tür eğitim etkinliklerini takip ederek kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir.

4.5 5 2
YORUM YAP ve PUANLA